8. BÖLÜM
"MEZAR ÇUKURU."
Hadi! Söndür bu ruhun ışıklarını, yakmak için daha güzel bir gezegen keşfedelim.
Bugün günlerden cumartesi,
Onun yanında uyandığım ikinci sabah.
Geceden bu yana aynı pozisyonda kalarak uyuşan bacaklarımı rahatsızca kıpırdatırken hoşnutsuz bir homurtu döktüm. Kalçalarımdan ayak bileğime kadar uyuşmuştum. Arabanın arka koltuğundaydım, Duman ön koltukta uyamaya devam ediyordu. Üç veya beş dakika kadar önce uyanmıştım. Araba hâlâ deniz kıyısında, sahilden yükselen kokuyu duyumsayabileceğim bir noktadaydı.
Üstüme, üşümemem için örttüğü ceketini parmaklarımla yakaladım ve arabanın zeminine fırlatarak dudaklarımın tek bir çizgi halinde gerilmesine izin verdim. Üstümdeki elbise dizimin üstüne tırmanmıştı ve kollarım belime dolanarak göğüslerime baskı yaptığı için, göğüslerim bir hayli belirginlik kazanmıştı. Ensem nemlenmişti. Köprücük kemiğimden göğüslerimin arasına akan ter damlasını hissettiğimde, bir duşa ihtiyaç duyduğumu anladım. Bu saatte evde değil de bu adamın arabasında olduğumu anımsadıkça, benliğime duyduğum öfkenin arttığını hissediyordum.
Yanağımı koltuğun yüzeyinden kaldırdığımda, saçlarımın ağır yükü de benimle birlikte doğrulmuş ve omuzlarımdan kalçama doğru dökülmüştü. Sırtımı tamamen doğrulttuktan sonra, elbisemin uçlarını yukarıya doğru çekiştirdim ve elbisenin izin verdiği kadarıyla gerdanımdaki biriken nemli sildim. Arabanın içi sıcak olduğu için bu kadar terlemem normaldi. Kabahat onundu! Arabayı bu kadar ısıtmak zorunda değildi. Elbise, bu hareketimle birlikte kalçalarıma kadar sıyrılmıştı ve az daha kıpırdandığımda çamaşırımın görünmesi zor değildi. Gözlerimle gerdanıma bakmaya çalışıp, aynı zamanda boynumdaki nemi kurularken, kulaklarım umulmadık bir ses duydu. "Bu ne doyurucu bir manzara?"
Verdiğim tek tepki, boynumu silmeye devam etmek oldu. Bakışlarından uzattığı tırpanları bedenime saplıyordu ve o tırpanın keskin dişlerini çok net hissediyordum. Bakışlarım donuklaştı. Sakin bir ses tonuyla, "Bir manzaradan daha fazlasıyım," dediğimde, parmaklarım boynuma tırmanıyordu. "Keşfetmesini bilene..." bakışlarının derinliğini koruduğunu hissederek devam ettim. "Fazla dalma, batarsın."
"Denizler güzelse, batmak bir lütuftur." Gölgesi sol tarafıma düşmüştü. "Sana bunu söylemiştim."
Elbisemin uçlarını öylece bıraktıktan sonra parmaklarımı saç diplerime yaydım. Onun koltuğa yasladığı iri parmaklarına bakarken, "Sen on cümle ediyorsan ben sadece üçünü umursuyorum," diye konuştum ciddiyetle. "Aklımda sana ait bir şeyler yok ki dediklerini hatırlayayım."
Bacağıma aniden çimdik attı. "Arızasın kızım sen."
Elinin nemli ve sıcak dokunuşu ben itiraza kalkışmadan bacağımdan ayrılmıştı ama mührü kasıklarımın içinde damgalanmıştı. Hırçın bakışlarımı asi bir tavırla yukarıya kaldırarak onun göz bebeklerini eşelerken, "Gördüklerin göreceklerinin teminatıdır," dedim mesafeli yaklaşımla. "Daha ne kadar arıza olacağımı bilmiyorsun."
Kehribar gözlerinin üstünde camdan bir tabaka vardı ve ben eşeledikçe çatlatacağımı hissediyordum. İfadesiz çehreme ilgiyle bakınırken, "Lütfen biraz daha arıza ol," dedi, alt dudağını usulca ıslatmadan hemen önce. "Senin tarafından kışkırtılmayı seviyorum sanırım."
Ağzımın içinde homurdandım. "Git başımdan."
"Gitmem."
Sesi beklediğimden daha ciddi, kararlı ve karşı konulamaz tabularla desteklenmişti. Tıpkı ikinci bir kopyam gibi, tek bir çizgi halinde gerilen dudaklarına baktıktan sonra soğuk gözlerimi ondan ayırdım. Konuşma gereği duymuyordum. Mesafe iyiydi, samimiyet düşmanıydı. Saç diplerimi ovaladıktan sonra elimi başımdan ayırdım ve elbisemin eteğini ilgisizce düzelttim. Bu sırada çantamın içindeki telefonumun çaldığını, kalçamın altındaki titreyişten anlamıştım. Kaşlarım olağanca bir şekilde çatıldığında, gözlerimi sinirle yumdum.
Annem.
Çantanın fermuarını açarak elimi içeriye daldırdığımda, Duman'ın elleriyle yüzünü ovaladığını gördüm. Telefon elime düştüğünde, "Kahretsin," dedim sessizce. "Defalarca aramış, yalnız başına korkmuş olmalı."
Telefonda on dört tane cevapsız arama vardı. Daha önce, habersizce geceyi dışarıda geçirdiğim günler olmuş olsa da uzun zamandır bu tür bir asilikler yapmıyordum. Çalmaya devam eden telefonu yanıtlayarak kulağıma yasladığımda, cümlelerin aramızda bir eylemi yerine getiremeyecek kadar sessiz kılındığını biliyorduk. Annem sadece inledi. Bu basit bir inlemeden farklıydı. Nerede olduğumu, neden yanında olmadığımı soruyordu. Çenemi kitlerken, "Sakin ol," dedim kısık sesimle. "İyiyim. Güvendeyim. Evimize gelen adamı hatırlıyorsun değil mi?" İnlemesi, sesli nefes alışverişlere döndüğünde hatırladığını var saydım. "Onun arabasında uyuyakalmıştım. Birazdan eve geleceğim anne."
Nefesinin hırıltılı sesiyle kulağımı döverken, beni onaylayan birkaç inleme dökmesini bekledim. Beni çok bekletmeyerek inledi ama bu daha çok yakarıştı. Konuşamıyor olmanın cezasının kaçıncı kez hissettiğimizi düşündüm. "Anne," dedim sorgulayıcı bir sesle. "Merak etme dedim ya, gayet iyiyim. Eğer ısıtıcıyı yakmadıysan derhal yorganın altına gir. Gelirken sana yiyecek bir şeyler alacağım." Düzensiz solukları hafifçe dinmeye başlamıştı. "Telefonun açık kalsın."
Sessiz cevaplarını dinledikten sonra telefonu kapattım ve tekrardan çantama bıraktım. Duman şoför kapısını açarak soğuğun içeriye girmesini ve çıplak kollarıma diken misali batmasını sağladığında, gözlerimi ona çevirdim. Yan dönmüş, bir bacağını kapıdan dışarıya çıkararak ayağını zemine basmıştı. Yan koltuğa attığı paketini eline alarak içerisinden bir dal çıkardığında, "Paketim yanımda değil," dedim sakin bir sesle. "Bana da versene."
Paketi bana doğru fırlatırken mırıldandı. "Sen de bir çakmak ateşlesene oradan..." kucağıma düşen pakete tip tip baktım. "Çakmağımı bulamıyorum, dün gece yanımdaydı."
Yerinde dikilip pantolonunun ceplerini karıştırırken, gözlerimi devirerek yerdeki ceketine uzandım. Unutkan mıydı? Ceketi üzerime örtmüştü ve ceketinin cebinde olduğu aşikârdı. Ceketinin sol cebine uzanarak parmaklarımla iri cebi karıştırdım ve elime düşen çakmağı avuçladım. Ceketi tekrardan yere attığımda omzunun üstünden bana dönmüştü. "O benim ceketim," dedi, inanamaz gibi. "Seni o ceketle boğmadan önce onu yerden kaldır!"
Çakmağı çakarak paketten çıkardığım sigarayı tutuştururken, "Sence kıyafetin umurumda mı?" dedim küstahça.
Homurdandı. "Bacaksız ya!"
Yerdeki cekete kötü kötü bakarak elimdeki çakmağa uzandı ve bir çırpıda alarak bana sırtını çevirdi. Omzumu silkerek ucu minik bir alevle parıldayan sigarayı iki dudağımın arasına yasladım ve keskin bir nefesi yudumladım. Arabanın arka camını aşağıya indirerek biriken külü silktim. Duman bu sırada sigarasını tutuşturmuş, açtığı kapıdan dışarıya, doğrudan çalkalanan denize bakarak sigarasını tüketiyordu.
"Kalbin ağrıyacak," dedim, bunun onun caydırmayacağını bilerek. "Neden buna izin veriyorsun? Göz göre göre acı çekmen büyük aptallık."
Sigarasının yere düşen külünü ayakkabısının burnuyla ezdi. "Endişelenme Gül Dikeni.”
Gül Dikeni.
Karşı çıktım. "Senin için endişelenmiyorum."
"Çok güzel endişeleniyorsun."
Bir kez daha karşı çıkmak kabullenmekti. Bunu bildiğim için susmayı tercih ettim. Sigaramı doyumsuz yudumlarla içtikten sonra onun hâlâ içmekte olduğunu gördüm. Hazzına vararak, keyfi için içmeyi seviyordu. Bayağıdır bildiğim bir gerçekti. Bir hizada yükselen ve sanki hep öyleymiş izlenimi yaratan kaşlarımı indirdiğimde, dudaklarımdan sıkkın bir nefes yükseldi. Bir an önce eve gitmek, annemle ilgilenmek istiyordum. Aç karnımla sigara tüketmek midemi ekşitmiş ve ağzımın tadını bozmuştu. Duman, sanki anlamış gibi torpidoda bulunan pet şişeyi arka koltuğa fırlattı. "İç de ağzını temizle," diye homurdandı kaba bir dille. "Sigara koktu ağzın."
Suya uzanırken ona kötü kötü baktım. "Bırak ağzımın nasıl koktuğunu, ağzımla ilgilenecek olan karar versin."
"Ağzınla ilgileneceğim için bunu istiyorum..." gevşek gevşek güldü. "Yani, belki."
Kale almayarak suyu içtikten sonra biten pet şişeyi yan koltuğa fırlattım. Kendisi de sigarayı bitirdikten sonra, ona su bırakmadığımı görerek ağzının içinde geveledi. "Oo, bir damla kalmış orada..." dalga geçiyordu. "Sağ ol, onu da içseydin ya!"
"Çocuklaşma Duman."
"Bok vardı da hepsini içtin değil mi?"
Ceketini bir çırpıda yerden aldıktan sonra tozunu silkeledi ve paketi tekrardan cebine atarak omzunun üzerinden bana döndü. Gözleri, duvar ördüğüm, hasar almaya dahi olanağı olmayan bakışlarımla kesiştiğinde ifadesiz bir tavır takındığını gördüm. Esmer tenimle bir uyum içerisinde olan simsiyah saçlarıma baktıktan sonra, "Karşı sokaktaki kafelerden birine gidip birer kahve alalım," dedi mekanik bir sesle. "Ayılmamız lazım. Hâlâ dün gecenin kritiğini yapamadık."
Mantıklı bir düşünceydi. Kahve bana da iyi gelebilirdi. "Olur," dedim düz bir sesle. "Ondan sonra eve gitmem gerekiyor."
Arabadan indi. "Bakarız."
Kapıyı açarak topuklu ayakkabılarımı yere bastıktan sonra, tok bir gürültü meydana getirerek kapıyı örttüm. Kollarım ve bacaklarımın bir kısmı çıplak olduğu için rüzgâr ve kış soğuğu tenimi didiklemeye başlamıştı. Duman'ın gömleği düzensizdi. Dün gece pantolonu içine soktuğu gömleğinin bir ucu pantolon içinden çıkmış, yakasının düğmeleri açılmıştı. Koyu renkli saçlarının dağılışını izlerken, "Ceketini niye almadın?" diye sordu, çıplak kollarıma bakarken. "Terledin, soğuğu kaparsan üşütürsün."
"O zaman ne duruyorsun?" diye sordum, ona ufak bir bakış atarken. "Ceketini ver."
"Bir an hiç istemeyeceksin sandım."
Ceketi, astığı kolundan eline doğru düşürdü ve parmak uçlarına alarak omuzlarımdan aşağıya bıraktı. Ceketi zaten sıcak olduğu için anında bedenim üzerinde etkisini göstererek soğuğa karşı beni kollamıştı. Ellerini cebine yerleştirdiğinde sahilin kenarı boyunca yürüdük. Deniz hırçındı, saat erkendi ve işe yetişmeye çalışan İstanbul kalabalığı trafikte oyalanıyordu. Korna sesleri kulağımı tırmalarken, yükselen ve üstünde martıların uçuştuğu denizi kısa bir süre izledim. Karşıya geçmek için trafiğin durmasını beklerken, "Açım ben," dedi, yandan yandan bana sırıtırken. "Bir şeyler de yiyelim."
Olur dercesine bir mimik yaptım.
Beni kolumdan yakaladı ve çekiştirerek kaldırımdan karşıya sürükledi. Parmak boğumlarındaki baskı koluma yaslıydı ve damarımın içindeki kanı dondurmuş gibiydi. Onun dik duran omuzlarına bakarken, iri adımlarına eşlik ediyordum.
Pastanenin kapısını ittirirken, "Elini münasip bir tarafına sokacağım," dedim çıkışarak. "Niye her fırsatta bana dokunuyorsun ki?"
Dürüst görünüyordu. "Işık yanmadan önce karşıya geçelim istedim."
"Hıh!"
Onun açtığı kapıdan içeriye girdiğimde etrafa ilgisiz bir bakış attım. Sahile bakan bir pastaneydi. Mavi renklerinde, enerjik ve güneşi alan bir mekândı. Hasır sandalyelerde birkaç kişi vardı, esnaf pastanesiydi ve temiz, gayet hoştu. Duman tezgâha yürüyüp, tezgâh başındaki adam selam verdi. "Günaydın birader."
Adam, oyalandığı işten başını kaldırarak bizi göz hapsine aldığında, taze hamur işinin kokusunu soludum. Midem ağrıdığı için bu koku beni rahatsız etmişti. "Günaydın," diye karşılık verdi, orta yaşlardaki adam. "Hoş geldiniz. Ne alırdınız?"
Duman cam tezgâhın ardına göz atarken, "İki kahve," dedi kuru bir sesle. "Birisi sütlü, diğeri sade. Oturmayacağız, karton kutu da olsun."
Genç bir çocuk, Duman'ın söylediklerinden hemen sonra tezgâh arkasına geçtiğinde soğuk bakışlarımı adama diktim. "Bir de poğaça istiyorum," dedim duru bir sesle. "Sade."
Adam kafasını sallayarak bizi onayladı. "Hemen hazırlıyorum."
Duman cüzdanına uzandığında, ben de kendi alacaklarım için para ödemek için hareketlendim ama çantamı arabada unuttuğumu hatırlayarak kısa bir öfke nöbeti geçirdim. Bu sırada siparişlerimiz hazırlanmış, ücreti ödemişti. Duman minnetini beli ederek adama erkeksi bir şekilde selam verdikten birkaç saniye sonra pastaneyi beraber terk ettik. Kaldırıma çıkıp, bu sefer trafiğin durmasına gerek kalmadan karşıya geçtiğimizde, birkaç araba bize korna çalmıştı ama ikimiz de bunu zerre önemsemedik. Arabaya binmek yerine deniz karşısındaki banklardan birine oturduğumuzda, aramızdaki tek mesafe karton bardaklarımızın sığabileceği mesafeydi. Ceketi omuzlarıma daha çok asarak, gözüme giren saçı sinirle uzaklaştırdım ve karton bardağı avuçlarım arasına aldım. "İçsene," dedim, onun hâlâ bana baktığını hissederek. "Soğutursan lezzeti gider, içemezsin."
Pastane poşetinin içindeki sıcak poğaçalardan birini alarak çarçabuk ağzıma götürdüm ve iri bir lokmayı dişlerimle yakaladım. O dediğimle ilgilenmedi. "Bacakların üşüyecek," dedi kupkuru bir sesle. "Ceketini arabadan alabilirim."
"Yok." Rahatsızca kıpırdandım. "Üşümüyorum."
Birbirimize duyarsız olmak daha güvenliydi ve elimden geldiğince birbirimize duyarsız kalmamızı sağlayacaktım. Onun da kahvesine uzandığını göz ucuyla gördükten hemen sonra sivri, bilenmiş bakışlarımı denize çevirdim. Poğaçayı yemeye başladığını el hareketlerinden görüyordum. Kısa bir sürede poğaçayı bitirmiş, diğer bir poğaçayı yemiştim ama hiçbir şeyi iştahla yiyemediğim için lezzetine varamıyordum.
Duman kahvesinin büyük kısmını bitirip, yediği poğaçaları hazmettikten sonra omzunun üstünden bana doğru döndü. Yüzümün sol tarafına bakıyordu. Tek bakışla kendime koyduğum kuralları yıktığını hissederken, "Kahveni bitir," dedim ters bir tavırla. "Ne diye bana bakıyorsun?"
Bu tavırlarıma alışmış olmalıydı ki, aldırmadı. Sorun tam buradaydı. Tavırlarıma alıştığı kısım. Parmağıyla karton kutunun üstünde ritim tutarken, "Melih Han bizi kabullendi mi sence?" diye sordu, bu ritim beni rahatsız ediyordu. "Tesadüfi karşılaşmalarımıza inanmış mıdır?
"Benden çok memnun bence," diye konuştum kendimden emin bir sesle. "Bu her halinden belliydi. Onu etkiledim."
Çok sert bir nefes aldı. "Gördüm."
"Bu seni sinirlendirmişe benziyor."
Kemikli çenesini çerçeveleyen kirli sakallarını sıvazladı. "Benim olduğum yerde benden daha çok dikkat çekmen canımı sıktı," dedi ırgalamaz bir tavırla. "Ben lider olmaya alıştığım için."
Alay ettim. "Evet, yedim."
Beni umursamadığını belirterek, "Önemli olan bundan sonraki adımlar," dedi ciddi bir ifadeyle. "Karşısına çıkıp onu huzursuz etmeye devam edelim, ben zaten amcamla babamın da ağzını yokluyorum bununla ilgili," diyerek dudağının sol tarafını kıvırdı. "Kimin neyden haberi var, kimin yok bilmiyorum. Belki Melih Han da bizi takip ettiriyordur, belki bir yerde icabımıza bakacaktır.”
“Melih Han o cinayeti işlediyse nasıl hâlâ şirketinizle iş birliği yapıyor anlamıyorum, zaten annenle babamı öldürmesinin sebebini de anlayamıyorum,” diye isyan ettim.
“Mahşer, gidip onu direkt kapana alıp da neden yaptığını sorabiliriz, biliyorsun değil mi?” Gözleri şimdi üzerimde daha çok hakimdi, dudağımı yalayacaktım ki, o dikkatli bakışları yüzünden vazgeçtim. “Ama istiyorum ki biraz köşeye sıkışsın, daralsın, bunalsın, uykuları kaçsın. İnkâr etme, uğraşmak senin de hoşuna gidiyor. Tadını çıkar ama kendini de koru. İstesem bile her an seninle olamam, kendine çok dikkat etmelisin.”
Uyarılarına ihtiyacım yoktu, ben kendimi koruyabilirdim. Uyarılarına ihtiyacım yoktu ama bunu söylerken iyi niyetli, şaşırtıcı şekilde içtendi. Denizdeki dalgaları takip ederek başımı salladım. “Dikkat ederim. Ve evet, haklısın; insanlarla, korkularıyla eğlenmek benim hoşuma gider.”
“İki yüzlü, yüzsüz şeytan,” dedi bana.
Güldüm ve ellerimle çay kartonunu sarıp gözlerimi yavaşça ona çevirdim. Saçlarım yüzüme uçuştu ve gözlerimi birazcık kapattı. Yine de ona bakmayı sürdürdüm. Onun da bakışları gözlerimi, dudaklarımı takip etmeye başladığında, dudaklarımı ıslatma hissine engel olmak için dilimi ısırdım. "Bakma," dedim sert bir sesle.
Bakmaya devam etti. "İlgi çekiyorlar."
Nefesi kâğıt kesiği gibi dudaklarımı parçaladığında, "Gideceğim," dedim aniden. "Eve gitmek istiyorum."
Gözleri, yutkunduktan hemen sonra gözlerimi hedef aldı. "Ben götürürüm."
Geçiştirdim. "Taksiye binerim."
"Sana ceketimi verdim. Bana borcunu ödemelisin." Haince, pis pis sırıttı. "Borcunu, benimle gelerek ödemeni istiyorum."
Cekete daha çok sarınarak banktan kalktım ve arkama dahi bakmadan kaldırım kenarındaki arabaya yürüdüm. Arabanın yanına ulaştığımda, onun da kalktığını önüme düşen gölgesinden anlamıştım. Yine arka koltukta yolculuk yapmak istediğim için arka koltuğun kapısına uzandım. O esnada ileriye odaklanan gözlerim, hiç de görmek istemediğim bir manzarayla karşılaştı. Sokağın karşısında, pastanelerin önünden yürüyen adamı gördüm. Sorun adam değil, adamın bana hatırlattıklarıydı. Elindeki geniş, ayaklı tepsiyi kollarıyla taşıyordu ve büyük ihtimalle kestaneleri satmayı bitirmiş eve gidiyordu. Sahil kenarında gece boyu midye, kestane satan çok insan olurdu ve o kestane tezgâhlarını her gördüğümde anılar göğsümde demleniyordu.
Babam.
Onunla ilgili çok şey hatırlıyordum. Bu çok şeyin içini dolduran anılarda onu görüyordum... Gece eve geliyor, biraz yorgun haliyle ve biraz da uykusuz. Koridora açılan salonda, abimin arabalarını bozarken bekliyorum onu. Gelirken bana getireceklerinden çok eminim. Elinde bir kese kâğıdı içinde soğuğun ayazında pişmiş çok sıcak kestaneler... Öyle sıcak ki elim yanıyor. Şu an bile hissedebiliyorsam ellerimdeki yanığı, anlıyorum Tanrı'nın beni daima hatırladıklarım yüküyle sınayacağını.
Duman yanıma yanaşarak eliyle omzumu sıvazladı. Genzimi sessizce temizledim ve yüzümdeki pürüzleri yok ederek arabanın içerisine yerleştim. Duman kapıyı örterken, gözleri az önce baktığım yerde oyalandı ama çok da ilgilenmediği açıktı. Birkaç saniyenin ardından şoför koltuğuna yerleştiğinde, elleriyle direksiyonu sahiplendi ve arabayı park ettiği yerden çıkardı.
Caddenden uzaklaşarak ara sokaklara girdiğimizde kestirmeden gittiğini fark ettim. Üstümdeki ceketi sakince yan tarafa bırakarak çantamı kucağıma aldım. Telefonum çaldı, arayanın Çisem olduğunu gördüm ama şu an konuşmak istemediğim için reddettim. Direksiyonda yavaş olamıyordu, hızdan haz alıyordu ve onun için arabada benim de olmam pek sorun değildi. Camdan içeriye doğru esen rüzgâr saçlarımdan bir tutam kapmak ister gibi vahşiydi. Hızlı olduğu için tahmin ettiğimden daha kısa sürmüştü arabanın, evimin olduğu sokağa girmesi. Frene basarak arabayı yavaşlattığında, eziş büzüş olan deri ceketimi ve çantamı koluma alarak hazırlandım. Araba müstakil evimizin bahçe kapısı önünde durdu, Duman ellerini direksiyondan ayırdı ve eğilerek bahçeye göz attı.
Kapıya asıldım ve ayaklarımı yere basarak indim. Arabanın çevresini dolanarak bahçenin demir kapısına yürüdüm ve kapıyı açmadan önce omzumun üstünden ona döndüm. Arabadan inerken, ceketinin yakalarını düzeltip etrafa temkinli bakışlar atarken çok sakin ve mülayim görünüyordu. Mahallenin halkı işe veya okula gidiyordu. Çocuğunu okula götüren birkaç kadının bana bakarak fısıldaştıklarını, beni o ucuz ağızlarına aldıklarını gördükçe midemden ağız dolusu kusmuk yükseliyordu.
Duman önüme durarak omzumun üstünden bahçeye öylesine bir göz attı. "Mahalleli seni bayağı seviyor," diye alay etti benimle, yüz ifadesi hiç de alay ediyor gibi değildi. "Şimdi bunlar bizi yan yana görüyor ya? İkimizin ne olduğunu düşünüyorlar?"
Sesim donuktu. "Benim fahişe, senin de bir müşteri falan olduğunu."
Eli kolumu o kadar hızlı kavradı ki, cümlemi bitirdiğime emin bile olamadım. Bedenim ona doğru sendelediğinde, çoktan tırnaklarımı çıkarmış ve ona çemkirmek için hazırlanmıştım ama onun sesi benden önce yükseldi. "Dalga geçtiğine inanmak istiyorum," dedi, yüz hatları çarpıcı bir şekilde gerilmişti. "Senin hakkında böyle düşünmelerine nasıl izin verirsin?"
Kolumu onun kemikli parmakları arasından uzaklaştırmaya çalışırken, "Onların bedenlerini öldürebilirim ama düşüncelerini asla," dedim soğuk bir yaklaşımla. "Ben de umursamamayı öğrendim, ne düşündüklerinden kime ne?”
Gözlerime baktı. Olması gerekenden çok daha derin, olması gerekenden çok daha uzak bir şekilde. "Varlıkları seni rahatsız ediyorsa ben de onları rahatsız edebilirim," dediğinde nefesi sus çizgimde hissedildi. "Bunu senin için yaparım."
Sorguladım. "Neden? Neden benim için bunu yapasın ki?"
"Bu cümlenin yüklemi özneden sorulur," dedi ciddi sesiyle. "Cevabım sorunda saklı Mahşer."
Ben olduğum için bunu yapıyordu. Cevap bendim. Kaçamak cevabına bomboş bir bakış attıktan sonra, kolumu daha şiddetli bir şekilde ondan uzaklaştırdım ve bir adım geri giderek sırtımın bahçe kapısına çarpmasına izin verdim. Duman açtığım mesafeye saygı duyarak kafasını salladı. Onunla bir kez daha iletişime girmeme gerek olmadığını düşünerek arkamı döndüm ve hızlı parmaklarımla demir, siyah kapının kilidini kaldırarak bahçeye girdim. Kapıyı gürültüyle kapattığımda, sıcak yatağının içindeki mahallenin bu sesi duyarak bana küfrettiğine emindim. Bundan zevk alıyordum, saklayacak değildim. Evin duvarı boyunca yürüyüp köşeyi döndüğümde, başımı çantama eğmiş ve anahtarımı arıyordum. Anahtarı parmaklarımla yakalayıp başımı kaldırdığımda, ayaklarım adeta zemine çakıldı.
Annem dışarıdaydı.
Titriyordu.
Çantam elimden zemine gürültüyle düştü. Gözlerimi dahi kırpmadan karşımdaki sahneye bir izleyici oldum. Annem kapalı kapının önünde, dizlerini kendine çekerek yere oturmuştu ve zayıf kalmış kolları o bacaklarının etrafını sarmalamıştı. Üstünde sıkça giydiği pijama takımı vardı ve başı önüne düşmüş, kısa saçları rüzgârda dağılmıştı. Küçülmüştü. Yalnız ve fersiz görünüyordu. El parmakları titriyordu... Ayakları mı çıplaktı? Üşümediğini düşünmek aptalca mı olurdu?
Dengesiz ama her şeye rağmen güçlü, dimdik adımlarla yere düşen çantamın üzerine basıp ona yürürken neden koşmadığımı düşündüm. Korkuyor muydum? Neyden? Asla, korkuyor olamazdım! Ellerim iki yanımda, yavaş ve iradeli adımlarla yanına ilerlediğimde kırdığım dizlerimin üstünde ona doğru eğildim.
Gözleri kapalıydı.
Elimle onun ince yüzüne uzandığımda, dişlerimi sıktığımı fark ettim. Dizlerim onun dizlerine yaslanırken yüzünü kaldırdım. Üşümüş, çokça kızarmış ve biraz da morarmış olanı yüz çevresi, bir morgun kapısına bırakılan ölü hissi uyandırmıştı içimde. Teni kar soğukluğundaydı. Kirpikleri ve göz çevresi ıslaktı.
Hayır...
Ağlamış olamazdı!
Kendime edepsiz bir küfür savurduktan sonra bedenine uzandım ve aynı anda aralanan gözlerinin yarattığı baskıyla nefesimi tuttum. Uyuduğunu sanıyordum ve göz göze gelmeye hazır değildim. Beni görünce irkildi, ilk an tanıyamasa da tanıdığı an soğumuş elleriyle kollarıma uzandı. Onu dirseklerinden tutarak tüm yükünü bedenime yığdım ve yerden kaldırdım. "Beni mi cezalandırıyorsun?" Diye sordum, onun havaya kalkan parmaklarına bakarken. "Donmuşsun. Parmaklarını kıpırdatabileceğini mi sanıyorsun?"
Yerdeki anahtara uzanarak kapıyı açtığım süre boyunca sadece dişlerimi kıracağımı düşündüm. Öyle şiddetle sıkıyordum ki, çenem seğirmeye başlamıştı. Tek bir çizgi halinde gerilen dudaklarımı sertçe ısırıp kapının kilidini açtım ve annemin bana yaslanan bedenini açılan salondaki yeşil kanepeye bıraktım. Onun önünde, tek dizimi parkeye yaslayarak diz çöktüm ve titreyen bedenini koltuğa yatırdım. Çırpınan parmakları durdu ve başını kanepenin döşemesine yasladı. Elim alnını yoklarken, "Ateşin yok," dedim agresif bir sesle. "Bu iyi ama çok üşümüşsün. Sen bu saatte ne yapıyorsun dışarıda?"
Yerimden doğruldum, hırçın saçlarım belimden aşağıya salınırken diğer koltuktaki battaniyeye uzandım. Katlarını bir çırpıda açarak onun üstüne örttüğümde, buz kesmiş elleri fırsattan istifade ederek ellerimi yakaladı. Kendime olan öfkemden dolayı kısılan gözlerim onun gözlerine indiğinde, yüz ifademdeki sertliği kırmamak adına kaşlarımı biraz daha çattım. Gözlerimi konuşma çabasına giren parmaklarına isabetledim. Anahtarı evde unutmuşum, dediğinde kısa bir küfür savurdum. Elleri mecalsizdi. Dışarıdan çok ses geldi. Biraz korktuğum için bakmak istedim. Ben bahçeye bakınırken rüzgâr kapıyı kapattı, anahtarı yanıma almamıştım.
Yanağımın içini sertçe dişledikten sonra, "Alsaydın," dedim hırçın bir sesle. "Kahretsin! Neden almıyorsun ki? Saat kaçtan beri dışarıdasın sen?"
Gözleri baygın bakıyordu ve irislerinin etrafı sulanmıştı. Altıdan beri.
Gözlerimi sinirle yumdum, birkaç saatte hasta bile olmuş olabilirdi. Açtığımda annemin bana ürkek şekilde baktığını görüp doğruldum ve kafamı iki yana sallayıp kapıya yürüdüm. Dışarıya çıkıp düşen çantamı aldıktan sonra eve geri döndüm ve kapıyı gürültüyle kapatıp ısıtıcının yanına yürüdüm. Isıtıcıyı açıp omzumun üzerinden anneme döndüm. “Sadece ısın ve dinlen.”
Tabii ki bir şey söyleyemedi, ağzı var ama dili yoktu neticede. Kendime mi yoksa ona mı kızıyordum, bunu bile ayıramıyordum. Odama girip kapıyı sertçe kapattım ve yatağımın üzerine oturup çantamı kenara bıraktım. Annemin inlemesinden bıkmıştım, acılarını söyleyememesinden de. Ellerimi saçlarıma geçirirken telefonumun sesini duydum ve sinirle uzanıp hangi gereksizin mesaj attığına baktım.
Gönderen: Duman Alanguva.
Kırmızı rujunu arabamda düşürmüşsün. Doğrusu, rujun bile cüretkâr. Her neyse, haberin olsun istedim.
11.24
Rujum?
Kırmızı olan?
En sevdiğim.
Pekâlâ, nasılsa almasını bilirdim.
💔
Mücadelesi kötülük olanların mutlu olmak istediği bir dünya burası...
Bir davet salonunda, şaşalı ve görkemli kalabalığın içindeydik. Anlaştığımız üzere, buraya komi olarak çalışmak için Dumanla birlikte gelmiştik. Duman takım elbisesinin içinde, kalabalıkta arzı endam ediyordu.
Bense salonun arkasındaki mutfakta, benim için verilmiş garson kıyafetini giymiş ve kalabalığın içine karışmıştım. Geniş, salon mutfağında, granit tezgâhın önündeydim. Yanımda arkamda, sağımda ve solumda birçok görevli vardı. Duman olduğu için mutfağa kolayca girebilmem kimse tarafından sorgulanmamıştı. Yüksek sesli bağrışlar, tencere tabak sesleri ve mutfak şeflerinin emirleri kulağımda çınlıyordu. İnsanlar bana çarparak, sabrımın dayanaklarını tekmeliyorlardı. Sağır ve dilsizi oynamak zordu ama başarabilecek kadar kendime güveniyordum.
Üstümdeki beyaz gömleği, siyah eteğin içerisine sokmuş ve lacivert rengindeki fuları boynuma dolamıştım. Saçlarımı ensemde zarif bir topuzla toplamış, yettiği kadarıyla bir makyaj yapmıştım. Kimsenin ilgisini çekmeyecek kadar sıradanlaşmak istemiştim ve şu ana kadar kimliğim açığa çıkmamıştı. Ben de onunla birlikte bir davetli olarak buraya girebilecek olsam girerdim ama benim yapmam gereken iş mutfaktaydı.
Şefin yüksek perdeden yükselen sesine katlanabilmek adına boynumu iki yana yatırdım ve bu gece alacağım zaferin tadını çıkarmaya çalıştım. Camdan kadehleri granit tepsiye dizmeyi bitirdiğimde, bir kadın garson dirseğimi dürttü. "Şef çabuk olmamız gerektiğini söylüyor, sen hâlâ oyalanıyorsun," dedi aceleci bir tavırla. "Hadi, kadehleri dağıtmayı unutma ve yüzüne bir gülümseme kondur. Azar yemek istemiyorsan ve bu gecenin parasına ihtiyacın varsa bana kulak ver."
Tırnaklarımı suratına geçirerek, boyalı ve abartılı makyajla süslediği yüzünü parçalamak istesem de sadece kafamı salladım. Parmaklarımla tepsinin gümüş kulplarını yakalayıp dikkatle kaldırırken, "Anladım," dedim ifadesiz sesimle. "Ben işimi layığıyla yaparım. Sen kendi işine bak."
Kadın homurdanarak tezgâha uzandı.
Tepsiyi yüzüne fırlatmamak adına ona arkamı döndüm ve başımı öne eğerek büyük mutfağın çıkışına ilerledim. Avuç içlerim gerginlikten nemlenmiş, nefes alışverişlerim hızlanmıştı. Omuzlarımı yukarıya kaldırıp kalabalık arasından sıyrıldığımda, şefin odağına girdiğimi anladım. Dikkatli bakışlarını hissetmiş olsam da sakin kaldım ve mutfaktan koridora çıkan yolu yürüdüm. Koridordan salona açılan kapıdan içeriye girdiğimde gözlerim acelesiz şekilde etrafı taradı.
Güvende hissediyordum.
Duman burada olduğu için miydi bu güven hissiyatı?
Salon alabildiğine büyük, görkemli ve şıktı. Çok aydınlık, parlaktı. Daha öncede dediği gibi, şirketlerin katıldığı bir açık arttırmaydı. Kubbe şeklindeki tavandan aşağıya sarkarak etrafı aydınlatan avizeler oldukça pahalı ve şık duruyordu. Gözlerim etrafa öylesine bir bakış attıktan sonra onu kadrajına aldı. Dumanla göz göze geldiğimiz ilk anda, cebimdeki telefon titredi. Bir gözünü ağırca kırptığında, mesajın ondan geldiğini anlayarak elimi eteğimin cebine attım.
Gönderen: Duman.
Melih Han saat üç yönünde. Korumaları ve onu masadan uzaklaştıracağım. Yapman gereken tek şey Melih Han'ın kadehini değiştirmek.
20.13
Şefin fark etmemesi için hızlı davrandım ve telefonu cebime bırakarak hareketlendim. Gözlerim hâlâ Duman'a kilitli vaziyetteydi. Yanında bir grup genç adam vardı, cemiyetten tanıdığı insanlar olmalıydı. Üstüne koyu siyah takım elbisesi giymiş ama kravat takmaya lüzum görmemişti. Siyah gömleği ten rengiyle uyuşmuştu. Saçlarını seviyordu, bu yüzden özenle taramış ve düzgün bir şekil vermişti. Kafamı sallayarak onu onayladığımı belirttiğimde, dudağının sağ kenarını kıvırdı.
Tebessüm etti.
Gözlerini ustaca benden uzaklaştırarak kalabalığa diktiğinde, bakışlarımı dediği noktaya çevirdim. Melih Han, yanında iki koruması ve kendi yaşıtlarındaki bir adamla aynı masayı çerçevelemişti. Keyifli muhabbetlerini bozmanın keyfiyle, "Hadi kızım," dedim fısıltıya. "Sen yapamazsın kimse yapamaz."
Göz ucuyla Duman'a baktığımda ilk hamleyi onun yapması gerektiğini fark ettim. Gözleri benim arkamda bir noktadaydı. Minik adımlarla yürürken omzumun üstünden arkama döndüm. İki adamın çoktan hareketlenerek salon çıkışına yürüdüğünü gördüm. Tekrardan önüme dönerek ona göz attım. Arkadaşlarının yanından ayrılıp olduğum yöne yürümeye başladığında, etrafa sahte tebessümler fırlattım. Şefin dikkatini çekerek olayı batırmak istemiyordum. Duman kalabalığın arasından sıyrılıp yanıma gelene kadar birkaç insana tepsimdeki kadehlerden teklif etmiştim. Bir misafire oldukça yalancı şekilde gülümseyip önüme döndüğümde, Duman'ın kolu koluma sürtünmüştü.
Etrafa bakınırken, onun başını bana doğru eğdiğini fark ettim. Nefesi açıklığı bulup boynuma sızarken, "Çocuklar Melih Han'ın arabayı otoparktan alıp arka sokağa bırakacaklar," dedi, tepsimdeki çerezlerden birkaç tanesini aldı. "Bu haber birkaç dakika içinde korumalara ve dolayısıyla Melih Han'a uçacaktır. Melih Han malına göz dikenin gözünü oyar. Bununla kendisi ilgilenecektir..." çerezlerden birini ağzımın üstüne bastırdığında, elini ittirdim ama tek yaptığı sırıtmak oldu. "O masadan kalktığı an kadehi değiştir ama bir tek ona ait olan kadehi değil, tüm masanın kadehini tazele. Aksi halde dikkat çekeriz."
Ceketiyle sarmalanan kolu gömleğimin üstünden hissedebilirdi. "Zaten öyle yapacağım," dedim sakince. "Her şey konuştuğumuz gibi Duman. Gayet basit ve kolay. Bir dakika içinde hallederim."
Çerezleri afiyetle yemeye devam etti. "Kadehine enjekte ettiğin o sıvı tam olarak ne işe yarıyordu?"
"Bir tür halüsinasyon tetikleyici."
Kırmızı şarap dolu olan kadehi alırken, "Sana kaldırıyorum," dedi bariz bir alayla. "Şerefe, benim iki yüzlü, yüzsüz şeytanım."
Mırıldandım. "Kaybol."
Duman yanımdan toz olup gittiğinde, etrafta vakit öldürerek zamanın geçmesini bekledim. Melih Han veya korumaların beni fark etmemesi için başım önümde gezmiştim. Beni fark ettiğindeyse yalanım hazırdı, Duman bu işi benim için ayarlamıştı, zaten Melih Han iyi bir maddi gelirimin olmadığını biliyordu. Fakat içeceğindeki şeyden dolayı beni kesin olarak suçlayabilirdi, göze görünmemek en güvenlisiydi. Çehremde tek ifadenin yuva yapmasına izin vermeden, temkinli bakışlarla masaya bir bakış daha attım. O esnada korumaların Melih Han'a eğildiğini ve ona haber verdiğini gördüm. Melih Han sadece bir dakika içinde masadaki konuklara sahte bir şekilde gülümseyip, korumalarıyla birlikte masadan ayrıldı. "Sonunda," dedim, gergin soluğumu dudaklarımdan bırakırken. "Gittiğin yerden dönmemen dileğiyle."
Duruşumu dikleştirip, ruj yedirdiğim dudaklarımı yukarıya kıvırdım ve tutuşumu sağlamlaştırdım. Dikkat çekmeyerek o masaya doğru harekete geçtiğimde, kendimden çok emindim. Fakat zamansız ve beklenmedik bir şey gelişti. Kocaman bir el dirseğime yerleştirip, üstün gücüyle bedenimi geriye doğru çektiğinde, çığlık atmamak için dudaklarımı dişledim. Ânı kavrayamadan, elimdeki tepsi sarsıldı ama son anda yakalayarak düşmesine mâni oldum. Yüzümde dehşet bir ifade peyda olurken, hızla başımın omzumun üstünden arkama çevirdim.
Şaka.
Öğünç?
Benden uzun olduğu için kafamı yukarıya kaldırarak onu bakış açıma almıştım. Tıraşlı ve pürüzsüz yüzüne ışıkların gölgesi düşmüştü. Kaşları şaşkınlıkla havalanmış, gözbebekleri inanamaz gibi büyümüştü. Üstünde koyu lacivert bir takım vardı, saçlarını kısaltmıştı. Dudaklarımı birbirine bastırarak ağzımdan yuvarlanmak üzere olan nidayı yuttum. Etrafa bakınıp dikkat çekmediğimizi anladığımda, "Senin burada ne işin var?" diye sordum soğukkanlı bir sesle. "Bir açık arttırma da?”
Gözlerini kırpıştırıp hayret dolu bir mırıltı döktü. "Ah, Mahşer sınav mısın sen?" Dedi inanamayarak. "Benim burada olmam normal. Asıl sen neden buradasın. Bir saniye..." bakışları üzerimde gezindi. "Bu klasik kombin? Elindeki tepsi? Siktir! Davetlilerle ilgilenmek için mi buradasın?"
Hissettiğim tedirginliği ustaca gizledim. "Evet," dedim sıradan bir şeyden bahseder gibi. "Biliyorsun ara ara günlük çalışıyordum. Üniversiteden bir arkadaşım böyle bir işten bahsetmişti. Paraya ihtiyacım olduğu için gelip görüştüm. Bu gece de çalışıyorum işte."
İnanmış duruyordu. Şüpheli bir ifade yakalayamadım bakışlarında. Bir süre daha kıyafetlerimi izleyerek, dirseğimdeki elini omzuma çıkardı. "Beni kırıyorsun," dedi bir göz kırpışla birlikte. "Paraya ihtiyacın varsa ben veya Çisem ne güne duruyoruz? Aptal gibi, babanın emeklisinin sana yettiğini düşündüm." Omzumu sıvazladı, üzgün görünüyordu. "Arkadaşlar birbirinden ödünç para alabilir seni uyuz. Neden istemedin ki? Hem sen mezun oldun, artık bir iş bak..."
"Oyalama beni," dedim sakinlikle. "Şeften azar yemek istemiyorum. İşime döneyim, sen de takıl."
Gözlerini devirdi. "Dur, kızım ya!" Beni arkamızdaki salon terasına yönlendirdiğinde, kulaklarımdan duman çıkacağını hissettim. Engel olmak için ona döneceğim esnada beni, açtığı terasa çekiştirdi. "Ben de babamla geldim. Bilirsin, bayılır beni şirket işleriyle uğraştırmaya. İstiyor ki, şirketin işlerini kavrayıp gözünü arkada bırakmayayım."
Terasta kimse yoktu. Soğuk ve karanlık hava anında etrafımızı çerçeveledi. Beni tırabzanlara çekiştirirken, elimdeki tepsinin düşmemesi için ona ayak uydurmak zorunda kaldım. "Öğünç, elini üstümden çek," dedim, bastıra bastıra. "Kendine gel. Şu an mesai başındayım, senin zırvalıklarınla ilgilenemem."
Omzumu silkerek elini boşluğa düşürdükten sonra geriye doğru sağlam bir adım attım. Öğünç gözlerini devirirken, "Takılalım, boş ver işi," dedi, yanaklarını şişirerek sıkkın bir nefes verdi. "Sıkıldım burada. Babam gitmeme izin vermiyor. Seninle takılırsam vakit çabuk geçer. Yanındayken, hangi mekânda olduğum önemli değil."
Yanaklarım gerilirken, "Büyü," dedim ruhsuz bir sesle. "Paraya ihtiyacım olduğum için burada olduğumu söyledim. Bencilleşme. Beni ikna edeceğine, babana rest çekerek inandığın şeyin arkasında dur."
Göz ucuyla salona göz attım, son derece hızlı davranmam gerektiğini biliyordum. Melih Han gelmeden halletmeliydim. Tekrardan gerileyip kapıya yürürken, "Bari bir kadeh alayım," dedi ve tepsideki son kadehe uzandı. O an kusursuz bir hızla kadehi elime aldım ve tepsiyi yere fırlattım. "Ne oluyor kızım? Dur ya, bir şeyler mi karıştırıyorsun sen?"
Bu tavrım, beni yıllardır tanıyan Öğünç'ün dikkatini çekmiş ve bunu belli etmişti. Kadehi mermer tezgâhın üstüne bıraktıktan sonra ellerimi ona doğru savurdum. "Sana ne?" Dedim sesimi yükselterek. "Sana ne Öğünç? Canım burada olmayı istiyor, buradayım. Bana hesap sorma yetkin yok. Bunu hala öğrenememiş olman ne kadar da kötü!"
Kısa bir küfür savurarak üstüme doğru bir adım attı. "Mahşer tehlikede misin?"
Sinirimin parmak uçlarımı karıncalandırdığını hissederken, "Değilim," dedim tersçe. "Bak, burada bir işim var ve halledip gideceğim. Bana zorluk çıkarma, aksi halde benden önce biri senin hesabını dürer."
Sinirle güldü. "Tabi ya, o herif," dedi, öfkelenmişti. "Onun için mi buradasın. Ya da o it mi burada olmanı istiyor..." duraksadı. "Lütfen, onu sevme Mahşer. O seni incitir."
Kahretsin! Neden burada, bu çocukla bu şekildeydik? Yer ve zaman çok yanlıştı. Öğünç'ü sertçe ittirirken, "Kes şunu," diye hırladım bağırarak. "Belki ben incinmek istiyorum, ha? Sınırlarımın içine girmeye çalışma. Ne sen ne de o umurumda değil. Beni boğma. Siktir git!"
"Kırılmayacağım ulan!" Önüme geçerek gitmeme engel olduğunda gözbebeklerim öfkeyle genişledi. "Hadi, gel ve geç."
Buna cüret edebildiğine inanamıyordum. Bu yetki ona ait değildi. Kimseye ait değildi. "Çabuk çık," dedim öfkeden kudurarak. "Gitmem gerektiğini anlamıyor musun? Eğer gecikirsem senin canını okurum."
Elini saçlarına geçirirken, "Kendini hırpalıyorsun," dedi, bariz bir üzüntüyle. "Yapma bunu. Bunu yapmanı izlemek istemiyorum. Burada ne yapacaksan son ver ve gidelim. Hadi güzel..."
"Sus!" Boğazımı yırtan çığlığım ikimiz arasında asılı kalırken, ellerinin saçlarında donakaldığını görür gibi oldum. Nefretten bir duvar ördüğüm gözlerimle içeriye baktım. Gelmemişti ama her an geleceğini hissediyordum. "Canımı yeterince sıktın. Eğer şu an önümden çekilmezsen yapacaklarımın sorumluluğunu almayacak ve seni burada bırakıp gideceğim. Önümden çekil."
Yanlış bir seçim yaptı. "Çekilmiyorum."
Üzgün değilim,
Bunu sen istedin.
Elimdeki tepsiyi tırabzana bıraktıktan hemen sonra onu bir kez daha ittim ama yine bana karşı çıktı. Çok seçeneğim yoktu. Melih Han her an dönebilirdi ve bir an önce içeriye girmem için onun varlığını ortadan kaldırmam gerekiyordu. Öyle yaptım. Siyah eteğimin, kemerli beline yerleştirdiğim çakıya uzandığımda, gözleri meraklı bakıyordu. Sıcak çakı soğuk avucuma düştüğünde, güçlü parmaklarımla çakının kapağını açtım. Çok sürmedi. Çakının metal, bilenmiş yüzeyi loş ışığın altında parıl parıl parladığında, hiç düşünmedim. Kemikli parmaklarım arasına hapsettiğim bıçağı ona doğrultup, kalın ceketinin üstünden, karnının sol alt köşesini hedef aldım. Öğünç bunu fark edip bir küfür bastı ve ellerini kaldırıp geriledi. “Dur, dur ne yapıyorsun!”
“Önümden çekil,” dedim buz gibi bir sesle.
Bir elimdeki bıçağa bir de donuk yüz ifademe baktı ama benim birini boş yere tehdit etmeyeceğimi bildiği için başını salladı. Sinirle gülüp kenara çekildiğinde çakının kapağını kapatıp tekrar belimin kenarına, görünmeyecek şekilde yerleştirip gömlekle üzerini kapattım. Uzanıp kadehi tekrardan alırken onun hayal kırıklığının farkındaydım. “Peşime düşme, ne yaptığımla ilgilenme Öğünç.”
Onu incitmiştim bunu hep yapardım. Bu yüzden kendimi, hiçbir pürüz olmadığına inandırdım ve yüzüme sakin, olağan bir ifade kondurdum. Tepsiyi elimde daha sağlam tutarak kalabalığa karıştım ve boş bir masadaki, dokunulmamış kadehleri alarak tepsime dizdim. Ortalık kalabalık olduğu için fark edilmeyecektim ve işime gelirdi. Sakindim, bu ufak pürüzler için planı riske atamazdım. Melih Han hâlâ dönmemişti, masada iki adam vardı.
Gözlerimi masanın üstüne kilitledim ve hızlı adımlarla o yöne ilerledim. Müziğin son perdeden yükselen sesi salonun duvarlarından yükselirken, masanın yanında durdum. Konuklar beni fark etmeyecek kadar kendileriyle meşguldü. Bu fırsatı değerlendirerek masaya eğildim ve dikkat çekmemek adına tüm kadehleri değiştirdim. Tepsimde kalan son kadehi, Melih Han'ın az önce kalktığı koltuğun önüne bıraktım.
Masadan ayrılarak salonun dip köşesine geçtiğimde artık işimin bittiğini biliyordum. Delici bakışlarımın radarı salonun devasa kapısına çevrildiği an onu görerek tuttuğum nefesi bıraktım.
Tam zamanında!
Takım elbisenin içine bir beyefendi edasıyla gizlenmiş bedeni iri ve güçlü adımlarıyla salonun kalabalığına karıştığında, gözleri beni aramaya girişmişti. Dudağımın sol kenarındaki tebessümü genişletip kollarımı göğsüme kavuşturduğumda, adımları yavaşladı ve gözlerimiz birbirine odaklandı. Kısa sürede yanıma gelerek, gayet rahat bir tavırla sırtını salonun duvarına yasladı ve yukarıdaki bakışlarını saçlarıma indirdi. "İzle," dedi, sesi çok keyifliydi. "Melih Han az sonra gelecek, masaya oturacak ve kadehini yudumlayacak. Her şey hayal ettiğimiz gibi."
"Asıl sen izle," dedim keyifle.
Tek kaşını kaldırdı ve Melih Han salonun kapısında görüldü. Arkasındaki iki korumasıyla birlikte kalabalığa karıştığında yerimde dikleştim. İkimizin soluk borusunu tırmalayan heyecan, göğsümün yukarıya doğru kalkmasını sağlamıştı. İkimiz de aynı noktaya kilitlenmiş, büyük bir hazla o anı bekliyorduk.
Melih Han sandalyesine otururken konuklarla muhabbete başlamıştı. Gergindi, korumaları hemen arkasındaydı. Kravatını çekiştirip etrafa göz attığında Dumanla aynı anda başlarımızı öne eğerek bakış açısından çıktık. Çok geçmeden, nefesimizi tutmuş onu izlerken, parmaklarıyla kadehe uzandı.
Aldı,
Ağzına götürdü,
Ve yudumladı.
Tuttuğumuz nefesi keyifle vererek rahatladığımızı somut bir şekilde belirttik. Duman'ın boğazından keyifli bir mırıltı döküldü, memnundu. Sıvı ilacın tadını alamayacağı gibi hiçbir şekilde yan etkisini de göremeyecekti. Birkaç gün içinde başlayan kâbuslar onu daraltacak, bunaltacak, sinirlendirecek ve halüsinasyonları tetikleyecekti.
"İşimiz bitti," dedi, parmakları yanaklarıma dökülmüş perçemimi kulağımın arkasına ittirdi. "Gidelim Gül Dikeni."
"Ben giderim," dedim, onun elini ittirirken. Salonun sahnesinden duyulan klasik müzik yüzünden sesimi yükseltmek mecburiyetinde kalmıştım. "Bak, bunlar bacak, hem de iki tane. Sağ olsunlar, yürümeme yardımcı oluyorlar."
Onu alaya aldığımı fark ettiğinde ellerini cebine yerleştirdi ve sırtını duvardan ayırdı. Mesafemizi korumak istedim, bu yüzden sırtımı ona çevirerek uzaklaştım ve topuklularımın üstünde salonun çıkışına ilerledim. Adımlarıyla hemen arkamdan gelirken, "Sen davette eğlenmeye devam edebilirsin," dedim sakince. "Dedim ya, kendim gideceğim. Sen takıl."
"Yok," dedi itiraz ederek. "Benim de işlerim var."
"Keyfin bilir."
Elimi saçlarıma daldırarak, topuz yapmak için desteklediğim tokayı bir çırpıda saçlarımdan kopardım ve avucumun arasına düşürdüm. Tokanın esaretinden kurtulan saçlarım serbest belime doğru döküldüğünde, bir diğer elimle onları geriye silkerek duruşunu düzelttim. Bu sırada kalabalığın arasından yürüyerek salonun kapısına ulaşmıştık. Duman'ın sisli bakışlarını saçlarımda hissetmenin bilincinde olarak ukala bir şekilde gülümsedim. "Saçların," dedi, sesi beynimi yiyen düşüncelerin gürültüsünü bastırmıştı. "Çok uzun ama çok bakımlı duruyor. Doğrusu kaç yıldır uzattığını merak ettim."
Düşünmeden cevap verdim. “Kesemiyorum kolay kolay.”
Duman sessiz kaldı. Ortalıkta gezinen bir kominin bana anlamayarak baktığını gördüm ama zerre umursamayarak kapının dışına doğru bir adım attım. Mutfağa geçip kendi kıyafetlerimi alırken rekabetimin hazzıyla gülümsüyordum. Ben insanların parmakla göstereceği kadar kötü bir insanım. Ben gerçekten kötü bir insanım. Bahanelerim, savunmalarım yok. Kötüyüm. İşte tüm bunların gerekçesi de kötü oluşum.
💔
Sıcak su, buharı tavana kaldırarak çıplak bedenimin kıvrımları boyunca akıyor, duşa kabinin giderinde birikmeye devam ediyordu. Sırtım fayansla bütünleşmiş, sol ayağım sağ ayağımın üzerine çıkmıştı. Kollarımı göğsümde kavuşturmuş, bir nevi kendime sarılmıştım. Göğüs uçlarım koluma baskı uygularken, sararmış tavanın kirişini izlemeyi sürdürdüm.
Eve geleli yaklaşık olarak bir saat olmuştu. Dumanla birlikte sessizce mekânı terk ettiğimizde onun beni bırakmasına müsaade etmiştim. Kısa bir araba yolculuğundan sonra sorunsuz bir şekilde sokağı terk etmişti. Kendimle ilgili hatırladığım son şey üstümü soyunarak bu kabine girdiğim ve bütün günün kirinden arınmaya çalıştığımdı. Düşüncelerim, içerisinde kuyuda, birbirlerinin başlarını ezerek zihnimde baskın hale gelmeye çalışıyordu. Bu sebepten kendimi düşünmen işlevinden menfa etmiş ve sadece bu âna odaklanmıştım.
Gidip annemle uyuyacaktım.
Duş telefonuna uzanarak suyu kapattıktan sonra sus çizgimde biriken suyu yaladım. Duşakabinden çıkarken, uzun saçlarımı avucumda toplamış ve suyunu sıkmıştım. Lacivert banyo havlusunu alarak bedenime sararken aynaya bakmadan geçtim.
Odama girerek koyu renkli iç çamaşırlarımı hızlıca giyindim. Sonrasında bacaklarıma kalın, yünlü bir tayt, üstüme kapüşonlu geçirmiştim. Saçlarımı fırçayla tarayıp, fön makinesiyle kuruttum. Odamı havalandırırken, mutfağa kadar gidip buz dolabına göz attım. Bizi doyuracak kadar yiyecek vardı. Raftaki sütü ocakta kaynatıp, cam bardağa aktardım ve bir çay kaşığı şekerle tatlandırdım. Mutfağın ampulünü söndürerek koridoru yürürken, televizyonun boş boş çaldığını ve salonun duvarlarına renkli gölgeler düşürdüğünü gördüm. Annemin ahşap kapısını sessizce ittirerek içeriye girdiğimde, onun hâlâ yatağında olduğunu gördüm.
Beyaz yorganı, bıraktığım gibi omuzlarından aşağıya örtülmüş, kısa saçları yastığına serpilmişti. Sol tarafta yatıyordu. Gözleri açıktı ve ruhsuzca duvardaki tabloya bakıyordu. Birlikteliklerinin tablosuna. Annem yaşamıyordu, yaşama dair gösterdiği tek tepki nefes almaktı ve bunu da yapmak istemediğine emindim. Ampulü aydınlatmak yerine komodin üstündeki kokulu mumun ucunu, komodin rafındaki kibritle tutuşturdum ve böylelikle yüzünü daha rahat seçebildim.
Cam bardak içindeki sütü komodin üstüne bırakırken, yatağın kenarına oturdum ve onunla birlikte tabloyu izlemeye başladım. "İç," dedim boş bir sesle. "Ballı süt, sen seversin."
Annem, çok öncelerden bana ve abime ballı süt içirir, kendisi de büyük bir keyifle içerdi. Şimdi biraz halsizdi, ılık bir sütten sonra ilaçlarını içip kendine gelebilirdi. Beklediğimin aksine bana itiraz etmedi ve elleriyle yataktan destek alarak doğruldu. Sırtını yatak başlığına yaslayıp, eline kalemi ve kâğıdı aldığında içinde biriktirdiklerini dökeceğini anladım. Birkaç dakika içinde yazdığı kâğıdı bana doğrulttu. Şöyle yazıyordu: Banyo yaptıktan sonra kalın şeyler giymeyi hâlâ öğrenemedin. Gel, yorganın altına gir.
Yüzümdeki istikrarlı zırhtan ödün vermeden başımı salladım ve yorganın altına girmek yerine, yorganın bir ucunu bacaklarıma doğru örttüm. "Al," dedim asi bir tavırla. "Örttüm. Sen de benim dediğimi yap ve sütü iç."
Gülümseyecek gibi olsa da dudaklarını kıvırmayı başaramadı. Zayıf elleriyle cam bardağa uzanarak sütünü, ufak aralıklarla içmeye başladı. Tırnaklarımdaki siyah ojeyi izlerken, "Bankadan bir miktar para çektim," diye açıkladım donuk sesimle. "Yarın bir elektrik ısıtıcısı alalım. Bu bozuldu galiba, eskisi gibi ısıtmıyor."
Herhangi bir cevap vermesi için bakışlarımı yüzüne kaldırdığımda, parmakları hareketlendi. Belki sen daha çok üşüyorsundur.
Belki.
Bana kaşlarını kaldırarak dudaklarını birbirine yasladı ve parmaklarını kaldırdı. Gece nerede kaldın. Uzun bir süredir dışarıda kalmıyordun. Soluklandı. İlk kez lisede geceyi dışarıda geçirmiştin. Yine mi başlayacağız Mahşer? Neredeydin?
Neredeydim?
İlk gecenin yanındaydım.
İlk gece neredeysem dün gece de oradaydım.
Yıllar önce, Galata Lisesi.
Saatlerin zihnimde bıraktığı bilgi kirliliği ve bedenimde meydana getirdiği yorgunlukla usulca bir nefesi alırken, montumun metal fermuarını yukarıya doğru çekiştirdim. Son ders saati bitmiş, zil üç dakika önce çalmıştı. Yirmi beş kişilik bir kalabalık sınıfı terk etmiş, yalnızca birkaç kişi kalmıştı. O birkaç kişiden biriydim. Kendimi soğuktan sakınmak için kaşkolumu boynuma doladım. Çantamı sıradan alarak sağ omzuma astım ve sırayla oturak arasındaki alandan çıktım.
Saçlarımı montumun üstüne çıkarırken, başımı yukarıya kaldırarak bana görüşürüz diyen erkek arkadaşıma göz kırptım. Çocuk sınıftan çıktığı an ileriye doğru bir adım attım ve o sırada Çişem'in soluk soluğa sınıf kapısından içeriye girdiğini gördüm. Afalladım. Atacağım adım havada kalırken, onun yüzündeki korkunç ifadeye şaşkınca baktım. Saçları dağılmış, teninin rengi beyazlamış ve göz bebekleri genişlemişti. Elini kapının pervazına yaslayarak destek alırken, "Çişem," dedim, kalbim sebepsiz yere hızlanırken. "Sorun ne? Biri mi kovalıyor seni? Kan ter içinde kalmışsın."
Bir an için gözlerini kaçırdı, yanakları kızarmıştı. Kaşlarımı çatarak ona doğru bir adım attım. "Dilini mi yuttun? Soru sordum değil mi?"
Parmaklarıyla önüne düşen saçlarını ittirdi. Bana bakmaya korkuyor gibiydi. Anlamamıştım. Göğsüm sevimsiz bir telaşla kalbime baskı uygularken, "Sorun ben değilim," dedi çatlak sesiyle. "Sorun... Sorun Duman!”
Nefesimi tuttum. "Duman bir sorun olamayacak kadar güzel."
"Aptal." Dişlerini sıktı. "Öyle değil."
Sesimi yükselttim. "Nasıl?"
Gözlerini yumdu. "Duman," diye tekrarladı ismini, bir kez daha. "Son dersi bedenmiş. Çok koşmuş, sebepsizce okulun ortasında bayılıp kalmış. Ambulans az önce geldi, bahçe kalabalık. Öğretmenler koşuşturuyor, hastaneye kaldır..."
"Hangi Hastane?"
Boğazımdan yükselen çığlıkla birlikte geriye doğru adımladı ve tökezledi. Dudakları titrer gibiydi. "Devlet hastanesi..."
Olduğum yeri terk ederken, çantamı düşürdüğümü belli belirsiz hatırlıyordum. Koşuda iyiydim ama on altı yıllık ömrümde bu kadar hızlı koştuğum bir anın olmadığını iyi biliyordum. Merdivenleri koşarak inerken hiçbir şekilde aklımı ve mantığımı kullanamıyordum. Sadece o hedefe ilerlemeliydim. Bahçede hâlâ kalabalık vardı konuşuyorlardı. Onun kriz geçirdiğini, bayıldığını, öleceğini söylüyorlardı. Bayılmakla ölmek arasında farklı bilmeyen ahmaklardı! Bu sebepten onlara inanmadım. Bir taksiyi durdurmam çok kısa sürmüştü, taksi durağı okulun arka sokağındaydı. Kalbim, mantığımın içinde, nemlenen avuçlarımda, dolan göz bebeklerimde çırpınıyordu. Taksiyle merkeze, hastaneye ulaştığım süre içinde yapabileceğim en iyi şeyi yaptım.
Dua ettim.
Onun için dua ettim.
Taksiden inerek hastanenin içine girdiğimde montumun cebindeki tüm parayı taksi şoförüne vermiştim. Danışmaya onun ismini soran dudaklarım titriyordu. Hangi katta ve odada olduğunu öğrendiğimde asansörlere yürüdüm. Metal, asansörü, asansör düğmelerini yumrukladım. Saniyeler içinde gelen asansörle yukarı çıkarken, ensemden sızan ter damlalarını hissettim.
Kaşkolum yere sürünüyordu.
Umursamadım.
Asansörden indikten sonra nefes nefese, koridordaki odalara bakındım. Koridordaki kimseyi gözüm görmüyordu, alacağım nefes dudaklarımdan sızmadan önce genzimi parçalıyordu. Ellerimle saçlarımı ittirirken, duvardan destek alarak koridorun sağ ucundaki odaya ilerledim. Babası refakatçi koltuğunda oturmuş, odanın cam penceresinden içeriye bakıyordu. Dudakları gerilmiş, endişe yüz kırışıklıklarını doldurmuştu.
Ufak adımlarla o odanın önüne yürürken, babasının varlığını umursamadım. Babası da beni görmüyordu zaten, dalmış görünüyordu. Kapının yanından geçmiş, bir omzumu duvara yaslamıştım. Başımı hafifçe yana yatırarak gözlerimi camdan içeriye doğrulttuğumda, kirpiğimin ucunda asıla kalan damla yanağımı ıslattı.
"Ne oldu ki sana?" dedim, sesim telaşla yükselmişti. "Çok mu yordun kendini? Üniversiteye çalışacaksın diye hep ihmal ettin kendini..." yanağımdaki ıslaklığı elimin tersiyle sildim. "Kendine iyi davranman gerekiyordu."
Henüz hiçbir tehlikeyi farkında olmayan kalbim, küçük ve çocuksu hezeyanlarla göğsümün altında harap olurken titreyen dudağımı ağzımın içine yuvarladım. "Beni endişelendirdin," dedim sessizce. "Baban burada ve şu an yaptığım kesinlikle delilik. Bana, sana neyin olduğumu sorsa verecek bir cevabım yok ama buradan gidemem. Seni ne kadar önemsediğimden zerre haberin olsaydı, beni daima yanında isterdin."
Yatağın içerisinde uyuyordu. Normal bir odadaydı. Üstünde okul kıyafeti vardı, kafası yan yatmıştı ve sakalsız, bakımlı yüzünün sol kısmını görebiliyordum. Solgundu. Genel de yüzünde belli belirsiz tebessümlerle gezinirdi ama bugün çok durgundu. Sabah kantinde arkadaşlarıyla birlikte görmüştüm kendisini. Kahve içiyor, çörek yiyordu.
Şimdi, canı yanıyordu.
Babası beni fark ettiğinde, ben irice açmış gözlerle o noktaya bakıyordum. Soru sormadı, kızmadı veya konuşmadı. Tek cümle sarf etti. "Sevgilisin herhalde, misafir koltuklarına oturup bekleyebilirsin."
Burnumu çekerek odaya en yakın koltuğa oturduğumda sormak istediğim çok şey vardı. Babasını daha önce okulda görmüştüm ama elbette herhangi bir iletişimimiz yoktu. Çekingen bakışlarımı tedirgin ellerime indirirken, "Acaba bir soru sorabilir miyim?" dedim ilgiyle. Adam yalnızca Duman'ın yattığı odaya bakarken bana sessizlikten başka cevap vermedi. Bu beni hafiften kızdırsa da sorma hissime engel olamadım. "Ona ne olmuş. Sadece yorgunluktan mı bayılmış? Doktorlar, durumuyla alakalı bir şey söylediler mi?"
Sesi toktu. "Sadece yorgunluktan."
Ona inandım, gülümsedim. Çünkü sadece on altı yaşındaydım.
O gün o hastanenin, o koridorunda, gözümü odanın kapısından ayırmadan bekledim. Aslında biraz mutlu olmuştum, çünkü herhangi bir hastalığı yoktu ve kısa süre içinde kendini toplayacaktı. Buna inandım, içimden annemin öğrettiği tüm duaları okuyarak ona iyi gelmeye çalıştım. Telefonum çaldı. Babam, annem, abim aradı. Hiçbirine dönmeden, akşamın olmasını, gecenin doğmasını bekledim. Ailemi endişelendirdim ama umurumda olmadı. O an bencildim. Dilediğim tek şey onun iyileşmesiydi. O geceyi hastanede geçirdim.
İlk kez Duman Alanguva'yı aileme tercih ettim.
İlk kez geceyi dışarıda geçirdim.
O gecenin sabahında, onun yanında ayıldım.
Bu on altı yaşımın en güzel tecrübelerinden yalnızca biriydi.
💔
Ruhun vurduğu narkoz, zamanın bileklerinde istikamet ediyordu.
Bu yüzden ölürken zaman, hastalanıyordu akrep ve yelkovan.
Annemin yanında, yorganın altında, karşımdaki tabloyu izlemeyi sürdürürken, kafamı iki yana sallayarak zamanın bu anla olan dikişlerini koparttım. Annem on dakika kadar önce ballı sütün bitirmiş ve ilaçlarını içerek uyumuştu. Mum erimeye, odayı kokutmaya devam ediyordu. Gözlerimi uzun bir süredir kırpmadığımı fark ettiğimde kirpiklerimi kırpıştırarak acıyan gözlerimi ovuşturdum. Bu gece annemin yanında uyumayı aklıma kazımıştım. Bu yüzden ayağımdaki siyah pandufları çıkartarak yatağın ucuna bıraktım ve yorganı kaldırdım. Bu hareketim esnasında kapüşonlumun cebimdeki telefonumun titreyişini hissettim. Elimi cebime atarak telefonu çıkarttım ve bakışlarımı aydınlık ekrana diktim.
Gönderen: Duman Alanguva.
Dışarıdaydım. O koca kıçını devirip uyumadıysan yanıma gel. Sana vereceğim bir şey var.
23.44
Bu adam benim sabrımı sınıyor olmalıydı. Canımı bu kadar sıkmasına başka bir sebep bulamıyordum. Oturduğum yerden kalkarak annemin penceresine yöneldim ve perdeyi kenara çekerek camdan dışarıya göz attım. Siyah bir araba evin önünde durarak dörtlüleri yakmış ve sokağı aydınlatmıştı. Çıkacak, bir daha bana böyle emrivakiler yapmaması gerektiğini ona söyleyecektim ama ondan önce onu biraz bekletmek istiyordum.
Onu on üç dakika beklettim.
On üç dakika sonra odadan ayrılıp üzerime aldığım ceketimle birlikte evden ayrıldım. Bahçeyi aşarak demir kapıyı kaldırdığımda, kulaklarıma dolan kornayla birlikte homurdandım. "Neden biraz daha bekletmedim ki!"
Kapüşonluyu başıma örterek arabaya olan mesafemi kapadım ve kapıyı açarak bedenimi arabanın koltuğuna attım. Kapıyı çarparak örttüm ve yüzümü ona çevirerek profiline göz attım. Arabanın ışıklarını yakmadığı için yüzlerimiz sokak lambası sayesinde aydınlanıyordu. "Beni özlediğini bu kadar belli etme," dedim alayla. "Bu saatte, evimde ne işin var? Bıktım senden. Günümün yedi, sekiz saatini seninle geçirmek istemiyorum!"
"Saatleri sayman ne kadar da güzel." Direksiyondaki parmaklarını çekerek kollarını göğsünde kavuşturdu ve bana dönerek yanağını koltuğun deri yüzeyine yasladı. Tırmanan gerginliğimle birlikte, alayla kıvırdığım dudaklarımı tek bir çizgi halinde gererek sinirlendiğimi belirttim. Duman benim sakin ve dingin halimdi. Şu anda da öyleydi.
"Bak anladım, bu kumpası çok önemsediğin için sürekli beni ve dolayısıyla da planlarımızı kolluyorsun," dedim kuru sesimle. "Ama sınırlar önemli. Hayatıma istediğin gibi müdahale edemezsin. Günün herhangi bir saatinde evime gelip, beni rahatsız edemezsin. Ben emrivakilerden haz etmem. Kimin yaptığı önemli değil. Beni sinirlendiriyorsun. Sen beni..."
"Sana kestane aldım."
Sana kestane aldım.
Ama neden yaptın, sana kapılarımı kilitlemişken ben.
Durdum. Bir felçli gibi hareketsiz kaldım. Gözümü kırpmadım ama dudaklarımın son hecesinin sıcaklığını hissediyordum. Hissettiğim tek şey bu olmalıydı. Sağ yanağı seğiriyordu, gülecek miydi? Donakaldığımı fark ettiğinde torpidoya uzandı, belli belirsiz bir ses yükseldi.
Kese kağıdını açarak içerisinden aldığı iki tane kestaneyi avucuna düşürdü ve gözünü gözümden ayırmadan ellerime uzandı. Elleri terliydi ama üşümüştü. Parmaklarımı çözerek avuçlarımı açtı ve iki tane kestaneyi üfledikten sonra elimin içine bıraktı. Kestane sıcaktı, huzurluydu, temizdi. Sanki on altı yaşıma dair ne varsa oydu.
Kestanenin parmak boğumlarıma bıraktığı sıcaklığı hazmetmeyi bekleyip yutkundum ve sordum. "Bana mı?" On yedi yaşımın on altı yaşımın üzerine attığı kuru toprak, boğazımdan aşağıya akıyordu sanki. "Bana aldığını mı söylüyorsun?"
"Yüzsüz şeytanım her şeyi hak ediyor."
O kuru toprağı boğazımdaki yutkunuşla iterek nefes almak için bir imkân yarattım. Sonra gözlerimi ellerimden gözlerine kaldırdım. Dürüst ve içten görünüyordu. Kendi dilimiz vardı. Kendi dilimizde ona kaldığım minnettarlığı anlattım. Gözlerine bakmakta istikrarlı davranırken, parmaklarımın yardımıyla kestanenin kabuğunu soydum.
"Yaklaş," dedim sessizce.
İtiraz etmedi. Başını ileriye doğru uzattı, deri koltukta ileriye kayarak mesafeyi örttüm ve aşağıdan ona baktım. Kokusu ağır ve baskın bir şekilde burnuma yükselmişti. İki parmağımın ucuna kıstırdığım kestaneyi onun dudaklarına yasladığımda, bakışları yoğunluk kazanmıştı. Adeta siyah lekelerle donatılmış bakışları parmaklarımı takip etti.
Kestaneyi yerken birbirimize bakmayı sürdürdük.
"Bu, sesli bir teşekkürden daha iyiydi," dedi erkeksi sesiyle. Ondan uzaklaşmama izin vererek ağır bir şekilde yutkundu. "Kese sıcak. Cebine koy, elini çok yakma."
Keseyi dizinin üstünden alarak kapüşonumun cebine koydum. "Olur," dedim bakışlarımı ellerime düşürerek. "Yakmam. Ben gideyim, zaten uykum var."
Çenesiyle evi gösterdi. "Uykun geldi madem, git tabi."
Kapıya uzanmadan önce kıstığı gözlerine ufak bir bakış attım. "İyi geceler Duman.”
Kapıya uzanmama izin vermedi. Öne eğilerek bir kolunu karnımın önünden kapıya uzattı ve elleriyle kulpa asıldı. Sırtımı koltukla bütünleştirsem de kalın damarlı kolunun karnımı ısıtmasına engel olamadım. Aşağıdan bana bakarken, kapıyı açmak için üstüme biraz daha yüklendi ve sert bir soluk aldı. Dişlerimi sıkarken, çenesi sol omzuma varla yok arası dokunuşlar bıraktı. "Yıldızın bol olsun," dedi, geri çekilirken sakalları yanağımdaki deriyi çizdi. "Gül Dikeni."
Arabadan kendimi dışarıya attığım on saniye sonra eve gelmiş, on iki saniye sonra sırtımı kapıya yaslamıştım. Avucumda iki sıcak kestane, yanağımda kavurucu bir dokunuş ve boynumda bir nefesin geleceğe davet ettiği cezbedici günah...
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...